Kavramlar da moda gibi; ısıtılıp ısıtılıp yeniden önümüze konuluyor. Son günlerde yeniden popülerleşen 'Greenhushing' (Yeşil Suskunluk) terimi de bunun en canlı kanıtı. Aslında 2000'lerin sonunda girmişti literatüre, o zamanlar 'yapılan iyiliği gizlemek' gibi nahif bir anlam yüklenmişti. Ancak bugün, tozlu raflardan indirilip şirketlerin 'korkaklığını' maskelemek için cilalanıyor bu kavram... Çevreci hedeflerini tutturamayan ya da 'yeşil aklama' davalarından çekinen şirketler, sessizliğe gömülüyor. Sistem de bu korkakça geri çekilişe havalı bir isim takıp, bunu bir iletişim stratejisi gibi yutturmaya çalışıyor bize...
İklim krizi derinleştikçe, ironik bir şekilde 'İklim Sözlüğümüz' de genişliyor. Eskiden sadece 'küresel ısınma' der geçerdik. Şimdi elimizde eko-anksiyete, karbon ayak izi, net sıfır, yeşil aklama ve şimdi de yeşil suskunluk var. Kelime hazinemiz zenginleşiyor ama gezegenimiz; gelecek nesillere bırakmamız gereken en değerli mirasımız fakirleşiyor. İşte tam bu noktada sormamız gereken o can alıcı soru düşüyor aklımıza: 'Biz bu krizi çözmeye mi çalışıyoruz, yoksa eski kavramlara yeni makyajlar yaparak vicdanımızı mı 'sürdürülebilir' kılıyoruz?'
Sürdürülebilirlik; İçi Boşaltılmış Bir Kavramlar Mezarlığı...
Bugün bir pet şişe kapağından devasa holding binalarına kadar her şeyin üzerinde 'sürdürülebilir' etiketi var. Neden mi? Çünkü kapitalizmin en büyük illüzyonuna dönüştü bu kelime. 'Sürdürülebilir büyüme' dedikleri şey, aslında kanser hücresinin mantığıyla aynı ilerliyor; sınırlı bir bünyede, sınırsız büyüme arzusu...
Bir tekstil devi, geri dönüştürülmüş plastikten tişört üretip üzerine 'Doğa Dostu' yazdığında; ne o tişörtün üretimi için harcanan sudan bahsediyor, ne fabrikadaki işçinin sömürülmesinden ne de o tişörtün üç yıkama sonra 'modası geçeceği' için çöpe gideceğinden... Literatürde 'Greenwashing' diyoruz buna. Ama halk diliyle 'Yeşile Boyayıp Satmak' desek daha okkalı bir tabir olacak diye düşünüyorum. Kar elde etme ve hep daha fazlasını alma hırslarını yeşil bir ambalajla paketleyip sunuyorlar bize. Biz de o paketi satın alarak, yaklaşan felaketteki sorumluluğumuzu satın aldığımızı sanıyoruz dahası vicdanımızı rahatlatıyoruz...
Karbon Ayak İzi Yalanı ve Bireye Yıkılan Suç!
Gelin şu meşhur 'Karbon Ayak İzi' terimine de eleştirel bir neşter vuralım. Bu kavramın popülerleşmesinin arkasında, fosil yakıt devi BP'nin 2000'li yılların başındaki dâhiyane(!) reklam kampanyasının yattığını biliyor muydunuz?
Amaç muazzamdı... İklim krizinin sorumluluğunu petrol kuyularını işletenlerden alıp, evinde ışığı açık unutan Ayşe Teyze'ye veya işe arabayla giden Mehmet Bey'e yıkmak. Başardılar da. Bugün insanlar pipet kullanmadıkları için dünyayı kurtardıklarını sanıyorlar. Elbette önemli bireysel farkındalık, bireysel sorumluluklarımızı görmezden gelmemeliyiz ancak sistemsel bir çöküşe, bireysel vicdan rahatlatma seanslarıyla çözüm de bulamayız. Okyanustaki petrol sızıntısını temizlemek yerine insanlara evlerindeki musluğu kısmalarını öğütlemek, bu çağın en büyük yeşil(!) manipülasyonudur.
Sözlüğümüzün psikolojik kanadında ise 'Eko-anksiyete' var. Gelecek kaygısı, dünyanın yok oluşunu izlemenin verdiği o çaresizlik hissi. Psikologlar bunu tedavi etmeye çalışıyor. Oysa eviniz yanarken panik olmanız 'anksiyete bozukluğu' değil, hayatta kalma içgüdüsüdür, sizce de böyle değil mi?
Genç neslin bu kadar öfkeli ve umutsuz olmasının sebebi patolojik değil, sistemsel aslında... Onlara yaşanabilir bir dünya bırakmayan, karar alıcı mekanizmaların ataletidir asıl sorun. 'İklim Kederi' yaşayan birine 'sakin ol' demek, Titanik batarken keman çalmaya devam etmelerini söylemekten farksız bir eylemdir bana göre.
İklim krizi teknik bir arıza değildir; bir yönetim, dağıtım ve adalet krizidir. Atmosferdeki karbonu emen makineler icat ederek veya Mars'a koloni kurarak sıyrılamayız bu işten.
Bizim yeni kelimelere, hele ki ısıtılıp önümüze konan eskilere değil; yeni bir ahlaka ve radikal bir eylem planına ihtiyacımız var. 'Net Sıfır' hedefleri, 2050 yılına verilen boş vaatler, 'karbon denkleştirme' adı altında fakir ülkelerin ormanlarını satın alma taktikleri... Bunların hepsi, asıl sorunu yani sınırsız tüketim ve üretim modelini halının altına süpürme çabasıdır.
İklim sözlüğünü ezberlemek kurtarmayacak bizi. Bizi kurtaracak olan; 'sürdürülebilir' yalanlara karnımızın tok olduğunu haykırmak, yeşil boyalı maskeleri indirmek ve doğayla 'kaynak tüketici' ilişkisi değil, bir 'parça bütün' ilişkisi kurmaktır.
Sözcükler tükeniyor, tıpkı zamanımız gibi. Artık tanımlamayı bırakıp, değiştirmeye başlamak zorundayız...

