Aralık 2025.
Dışarıda, kışın o bildik kasveti camlara vuruyor, aslında havalar da yeni yeni kış mevsiminde olduğumuzu hissettirdi... İçeride ise telefonumun ekranı, yılın en beklenen dijital havai fişek gösterisiyle aydınlanıyor. Bildirim geldi: '2025 Özetin Hazır!'
Her yıl olduğu gibi, yine 'neler dinledim acaba?' refleksiyle tıkladım. Kabul edeyim, küçük bir heyecan dalgası yayıldı içime. Acaba bu sene 'müzik kişiliğim' ne çıkacaktı? Hangi havalı, az bilinen grubu dinleyerek o '%0.5'lik elit dinleyici' kitlesine girmiştim?
Kaydırmaya başladım. Ekran, baş döndürücü bir hızla renk değiştiriyordu. Hipnotize edici grafikler, patlayan konfetiler, tam 'story' atmalık, milim milim hesaplanmış tasarımlar...
'Bu sene ana karakter sendin!' yazdı kocaman harflerle. Egom okşandı. 'Senin müzikal auran: Melankolik Mavi.' hımmmm hoşuma gitti hakikaten. 'Bu sene en çok bu 5 sanatçıyla vakit geçirdin.' Sanki onlarla kahve içmişim gibi bir samimiyet hissi pompalandı. Bir de 2025 yılında en çok dinlediğim beş sanatçıdan biri kitlesine özel video hazırlamıştı...
Her şey çok eğlenceli, çok renkli, çok 'ben' gibiydi. Ta ki dördüncü slayta gelene kadar.
Müzik aniden yavaşladı, ekranda tek bir şarkının ismi belirdi. Altında soğuk bir istatistik: 'Bu yıl en çok dinlediğin şarkı.............. Tam 342 kez dinledin!'
O an, elimdeki telefon buz kesti sanki.
O şarkı... O 342 kez...
Hafızam beni anında o geceye ışınladı. Hani şu kötü haberi aldığım, sabaha kadar evin içinde volta attığım, can sıkıntısından uyuyamadığım ve çareyi müzik dinlemekte bulduğum geceye! Hatırladım ve düşündüm; 'ben o gün o şarkıları dinlerken hangi duygular içindeydim?' Cevap belliydi; sıkılmış, üzgün ya da öfkeli... Her neyse işte.
Şimdi ise karşımda, neon pembe ve parlak yeşil renklerle süslenmiş, arkasına neşeli bir beat döşenmiş, 15 saniyelik bir 'Instagram içeriği' olarak duruyordu.
Midem bulandı.
Sanki birisi gizlice günlüğümü okumuş, oradaki o güne ait sayfayı koparıp, 'Bakın ne kadar çok hüzünlenmiş, hadi bunu kutlayalım!' diyerek şehir meydanındaki dev ekrana yansıtmış gibi hissettim.
O an, okulda arkadaşlarımla saatlerce üzerine konuştuğumuz Frankfurt Okulu'ndaki o huysuz ihtiyarların; Adorno'nun, Marcuse'un neden bu kadar karamsar olduğunu daha iyi anladım. Bize 'kişiselleştirilmiş deneyim' diye sattıkları şey, aslında ruhumuzun fabrikasyon bir ürüne dönüştürülmesinden başka bir şey değildi.
Üzüldüm...
Sistem bana 'Sen özelsin' diyordu ama aslında yaptığı tek şey, benim en insani duygularımı soğuk bir dataya indirgemekti. Benim o geceki tüm hislerim; (iyi ya da kötü asla farketmez!) algoritma için sadece 'tüketim süresini artıran bir parametre'ydi. Benim ruh halim, pazarlamacılar için hedeflenebilir bir 'kitle segmenti'ydi.
'Paylaş' butonu yanıp sönüyordu ekranın altında. Herkes paylaşıyordu. Yan komşum, okul arkadaşlarım, iş arkadaşlarım... Hepimiz, ruhumuzun barkodunu gururla sergiliyorduk.
Parmağım 'Paylaş'ın üzerinde bir saniye duraksadı. Bütün bu yazdıklarımı yeniden yenidennnn gözden geçirdim... İnsan olmanın gerçekliğini, duygularımın saflığını... Bütün bunların sadece bana ait oluşunu düşündüm.
Sonra bir delilik yaptım. Uygulamayı kapattım.
Telefonu masanın üzerine ters çevirdim. Odanın sessizliğini dinledim bir süre. Sonra, hiçbir algoritmanın bana önermediği, hiçbir listede 'trend' olmayan eski bir plak koydum pikaba. Cızırtılar başladı.
Bu gece benim istatistiğim tutulmayacaktı. Bu gece benim hissettiklerim, kimsenin 'içeriği' olmayacaktı.
